27 Kasım 2020 Cuma

Lacivert sis insanın içini kaplıyor eşeliyor, deşiyor hoyratlığı, çalakalem yapılmışçasına sancıları acılı bir gülümseme, gıdıklanma gibi. Mumun yavaşça eriyen kenarlarına dökülen ahududu renk ağzımı sulandırıyor sanki kırmızı elbisesiyle bana bakan ama aynı zamanda arkası dönük bir kadın. Yaklaşıyorum, parmağımı uzatmaya, omzuna dokunmaya yelteniyorum kolum her süzülüşte biraz daha eriyor, yanıp küllerini yere döküyor. Verem olmuşçasına öksürüyorum odanın içini sigara dumanı kaplıyor boğazım geceden kalmış. Kapalı yeşille kaplanmış bir orman, baktığım ağaçların yaprakları tek tek yere düşüyor gölgeler çeviriyor etrafımı bıçaklarını havaya kaldırıp beni işaret ediyorlar. Bir halka, yaklaşıyor. Yaklaştıkça kenarları kayboluyor sanki başka bir boyut içine çöküyor çökerken beni de sürüklüyor saniyeler geçtikçe gerçekliğe dönüşüyor bu, yaklaştıkça içine giriyorum kaçıyor benden kovalıyorum uçurumlar var etrafta yol düzgün değil düşmeyeceğim beni benden başka kimse öldüremez. Koşuyorum gösteriyor bana kalçalarını daha da ateşleniyorum çantamdaki evraklar bir bir yere atlıyorlar ailem arkadaşlarım geçmişim. Yoruldum, duruyorum. Neredeyim, ne zamandır buradayım? Yağmur damlaları mazgallara akıyor çamur içinden geçen arabaların lastik izleri alnımdan geçiyormuşçasına başım ağrıyor. Şehrin kasveti hep hepsi burada, neden sana dur gitme hiçbir şeyi bilmiyorsun demedim. Hayır hayır şimdi sırası değil çık aklımın içinden. Haha 4 as. Sanırım bugün şanslı günüm beyler portakal gazozunuz ve kendinizden kaybedip bana kazandırdığınız saygınız için teşekkürler. Lütfen suratıma tebessüm edercesine bakıp bana kaybettiğinizi kendi lütfunuzla verdiğinizi iddia ederek yeniden yüceltmeye çalışmayın benliğinizi. Ağlamaniz sizi daha güvenilir kılacaktır gözümde içinde yaşadıklarını dışa vurabilen insanlara güvenirim. Geçiyorum yanlarından çıkıyorum. Kapıyı açtığımda toprak kokusu burnuma çarpıyor nedense hep acıktırmıştır bu koku beni. İnsan yemek yemek seks yapmak istiyor böyle günlerde. Aynı bir komünistin yaptığı vasat işler gibi. Her şeyi yapmak isterken kendini hiçbir şey yapamaz halde bulmak.  Tüm kentlere eşit sayıda üniversite açıp böbürlenirken hiçbirinde gerçek eğitimi verememek sevişirken iki tarafında boşalmasını görüp bundan gurur duymak, zevke, dokunuşlarla, anlama önem vermemek. Böyle hissediyor insan bu kasvetli günlerde. Sıkış tıkış bir otobüse biniyorum insanların arasından geçip bir cam kenarında dışarıyı seyre dalıyorum. Bilmem ne sokağından geçerken evlerin  içlerinde ki insanları hayal ediyorum şimdi çoğu yemeğini yiyor ya da sıcak bir sobanın  karşısında kendisini, televizyonunu, ailesini dinliyordur. En sevdikleri dizi bugün yayımlamıyorsa ne ala mutlu olmak icin başka nedene ihtiyaç yoktur. Bu şehirde pek derin meseleler olmaz. İnsanlar doğar ne olduğunu ve ne olacaklarını bilmedikleri bir yaşa  gelirler, çevreleri tarafından önceden belirlenmiş hayalleri kendileri kurduklarını sanar, hayatın getirdiği zorlukları kucaklar ancak hayallerini gerçekleştirmeye yakın bile olmadıklarını hissettiklerinde önce kendi hayallerine sonra başkalarının hayallerine iftira atarlar. Birkaç aldanma, aldatma ve birkaç cocuk yaptıktan sonra da ölürler. Hayat sadece başlarından geçen bir anıdır. Gecenin soğuk ayazının kapladığı  sokakta karanlığın rengini değiştirdiği hepsini aynılaştırıp bayağılaştırdığı insanları izlerken bir düşünce takıldı aklıma. Bu kentin insanları yanlışsa ölümün azraili karşısında hayatı anlamlı kılmaya yetecek güç nedir? İnsanın yapıp etmeleri ne kadar doğru da olsa yanlista olsa hep aynı yere, ölüme gidiyordu. Ölüm varken tüm bunların anlamı neydi hepsi anlamsiz birer iş değil miydi? Ben şu an bunları düşünmeyip kansere çare bulsaydım ne değişecekti yine de ölmeyecek miydim? Insanlar ölüme sıfatlar takıyorlar mutlu mutsuz zengin fakir cimri sevecen. Ortadaki sorun ölümün kendisiydi onun "nasil" oldugu kimsenin umrunda olmamalıydı. Düşündükçe fark ettimki Anlamsızlık bunun bir parçası değildi ölüm hayatımızı anlamsız kılmıyordu aslında hepsi zaten en baştan beri anlamsızdı.Günün birinde insan doğdu bu zaten en başından anlamsız olan mekanizmanın ortasında kendini koydu ve bir anlam üretmek istedi yoksa bir hiç uğruna ölecekti buna katlanamadı. Bir evin ışıkları gözümde parlarken benim de zihnim karşılık verdi. Tüm korkuları tüm heyecanları tüm çabaları tüm müslümanları tüm ateistleri tüm tanrıları anladım o anda. Kendimi evrenin merkezine koyduğumda gördüğüm tüm bunlar birer anlam arayışı, yürümek için sahte bir yol ve tükeniş olduğuydu. Aslında tüm bu olgular birer tanrıydı. Tanrı fikri yaşamdan sonrasını açıklayabilmemiz içindir ancak  bu diğer olgular hayali bir maddi tanrı yaratıyor ve onu "şu anımızı" açıklamak icin kullanıyordu. Hayatı anlamlı kılmamızı sağlamak için söylenmiş tanrı yalanlarından başka şeyler degillerdi bunlar. Hepsi daha önceki insanlardan bize kalan kimsenin sorgulamadığı sadece saygı duyduğu icin bugüne kadar ulaşabilmiş dallanıp budaklanan ağaç dallarıydı. Erdem, ahlak, aşk, sanat,din. Batı kendisine "medeniyeti seçmişti bireyi maddesel olarak özgürlestirerek bir "inanç" yarattı. Medeniyette artık bir inançti iyiye gidilebilecek en kısa yol olarak görülüyordu. Doğunun ise olgularında tanrıya bağlanma inancı hep vardı. Onların inancı ise soyut bir "iyi tanrıydı" İnancın olduğu yerde hep aynı hikaye dönüyordu biri medeni biri yobaz hepsi ölüyordu ve buna kefen arıyorlardı. "En doğru en iyi seçim" onlarınki olmalıydı. Çevrede görünen her nesne daha iyiye en iyiye gitmeye çalışıyordu. İyi bir öğrenci eşine iyi bir koca iyi bir müslüman "iyi bir insan". Bu otobüsteki her bir zerrenin tek amacı iyi olabilmekti. Ne kadar yorucu ve içi boşaltılmış bir istekti bu. Teker teker aynı şeyi  aynı anda düşünmeye ne kadar da çok önem veriyorlardı.  Çevrelerine kendilerine dünyalarına iyi davrandıklarında mutlu olabileceklerini varsaydılar. Oysa insanın bu dünyadaki en büyük yanılgısı mutlu olmak için bu dünyaya geldiğini sanmasıdır. İnsan ne kadar iyi olmak istiyorsa o kadar çok kendinden uzaklaşıyordu  kaybediyordu insanlığını sonrasında hicbir hayalini kendince atfettiği "en iyiliğe" taşıyamayacağını anlayıp fikirlerini intihar ettiriyor geriye ise sadece yaşayacağı bir hayatı bırakıyordu. Kavramların arş noktası ne kadar yüksekse ona ulaşmak isteyen varlık o kadar alçalıyordu. Hepsini gördüm ve aynı hızla hepsinden tiksindim oracıkta. Zamanla herkesin okuma yazma öğrenmesi sadece yazı yazmayı değil düşünmemi de berbat etmişti. Hepsi çağlar boyudur bir şeyler yapıyor ve hep iyiye gitmeye çalışıyorlardı. Bıktım tüm bu orantısız iyiliğin yozlastiriciligindan! Dikkatlice baktım otobüsün camından dışarıya daha da dikkatli dikkatli dikkatli. En sonunda gördüğüm tek şey kendi yansımamdı. Ne kadar uzaklara dalmak istesem o kadar kendime yaklaşıyordum. Mide krampı gibi bir şeydi bu, ne konuşabildim ne dışkılayabildim ne de gözlerimi kapatabildim. Başıma ağrılar girmesine sebep olacak kadar çirkin değildim anlam arayan bir çift göz açık kumral uzun saçlar. Gözlük takıyor olsam ve bir fular otobüsün ortasında Bonjour! demem normal karşılaşacaktı. Ne kadar da çok insana benziyordum midemi bulandıracak kadar çok. Yaklaşık 3 yıldır kim olduğumu hatırlamıyorum. Yaşadıklarım mıydım ben yoksa anlattıklarım mı? Birkaç kadın ve birkaç arkadaş. Tüm bu içi boşalmisliktan şikayet edemem, eskiden  istediğim tek şey özgürlüktü. 


+Şehrin ışıkları burdan çok güzel gözüküyor değil mi?

-Evet öyleler. Gözlerim hepsiyle oyun oynuyor istediğim şekile sokabiliyorum onları genelde bu ağladığımda ya da sarhoşken olur. Aslında biliyor musun öyle değiller hepsi tek tek gözüme yansıyor ve hepsinin yansıdığı yerin bir hikâyesi var kimi gettodan kimi şantiyeden kimi burjuvadan. Hepsi tek tek ordalar ve birilerinin onları anlamlandırmasını bekliyorlar. İnanamıyorum hepsinin benimkiler gibi üzüntüleri sevinçleri ve istekleri...

+Lütfen sus artık sadece seninle seviştikten sonra kendimi pişman hissetmemek için bana güzel  ses tonunla kısa cümleler kurmanı istiyorum sense benim sana aşık olmamı sağlamaya çalışıyorsun. Aşk üzerinden uzun zaman geçmeden önce tek seferliktir ve sen ne kadar da iyi olsan sen olamayacaksındır ben defolu bir caddeyim.

- Benim yöntemlerimi anladığını ve kolay lokma gibi gözükmeyerek kendini bana aşık etmeye yelteniyorsun. Sevişmek artık dışarıda kahve içmek gibi insanlar birbirleriyle tanışmak icin kullandıkları bir yöntem. Etraftaki herkes birbirini sevmeye çalışıyor birbirlerine ihtiyaçları varmış gibi görünmek hoşlarına gidiyor. Sevgileri artık bir popüler kültür öğesi herkes seviyor diye sevmeye çalışıyorlar. Oysa ben sadece durup bakıyorum, korkuyorum karşıma insanlar çıkıyor anlamlandıramıyorum. Anlamaya çabalamak korkutucu geliyor bu kadar yorucu bir meseleyi nasil sadece birbirlerine yaklaşarak, öperek koklayarak veya her gun vakit geçirerek becerebileceklerini düşünüyorlar. Insanlar birbirlerini sevdiklerinde birbirlerini anladıklarını kendilerine kabul ettiriyorlar, ne kadar da acı. Daha önce hiç sevişmedim, bir kadının kollarında parmaklarımı yavaşça gezdirdiğimi bakışlarımla onun yüzünde üçgenler çizecek şekilde sağ gözüne sol gözüne ve sonra dudaklarına odaklanarak arzuladığım yavaşça onu kavradığımı ve kollarımda eriyen bir demir gibi istediğim şekli verebildiğimi hayal ettiğim çok oldu. İşte sorun da buradaydı. Tüm bu anlar bittiğinde insanın elinde kalan tek şey hayattı ve geriye kalan sevişmeleri anlatabileceği bir anı. Hayat bir banka gibi sana kredi veriyor istediğin tatile çıkıyorsun eğleniyorsun deliriyorsun evine döndüğünde ise icra memurları gelip her eşyanı alıyor ve sana sevecen bir anı bırakıyor. Sence böyle bir saçmalık varken ortada insanlar neden birbirlerinin içlerini doldurmakla meşguller. Neden hala gülümsüyorsun ve neden aklından şu soru geçiyor: Gerçekten kimseyle sevişmedin mi? Garip. Kadınlar gözümde hala biraz kadın gibiler hala hoş hissedebiliyorum size karşı. Biliyor musun Fransızlar ekmeğin uç kısımlarını yerlerken çok zevk alıyorlarmış ve kendilerine şöyle demişler: Ben bundan çok zevk alıyorum ve her zaman bu kısmı yemek istiyorum öyle bir ekmek yapalım ki sadece uç kısımlarını yiyebilelim. Böylelikle Fransız Baget ekmeğini ortaya çıkartmışlar. Hayatta böyle olmalı, eğer insanın bir hayatı varsa o hayatında da sadece ekmeğin uç kısımlarını yemek isterse öyle yapabilmeli.

+ Bence ne uçlar, ne sevişmeler,ne de aşk bir insanın ihtiyacıdır. Bunların hepsi insanın kendisine yarattığı ihtiyaçlardır. İnsanın ilk temel ihtiyacı, olmazsa olmazı başka bir insandır çünkü bu varlık, var olduğunu bilmek zorundadır kendisine burada olduğunu kanıtlamak gayesindedir. Eğer başkası seni görmüyorsa "ben" varım demek hiçbir anlam ifade etmeyecektir. İnsan ilk önce görülmelidir. Birisi beni gördüğünde ve artık beni "var" ettiğinde "ben" ben olmaktan çıkmaya başlamışım demektir. Ben artık o kişinin okuduğu kitaplardan bağlantı kurduğu karakterlerim, eski arkadaşlarına benzettiği, her gün caddelerde görüp kıyafetlerim ile saygınlığımı belirlediği, aynaya baktığında beni görmekten korktuğu veya onun sadece yatağında iyi olduğum ve o yataktan çıkıp yanına geldiğimde dünyasını değiştirmemi istemediği icin görmezden geldiği bir düsünceyim. Ben artık kendimin iddia ettiği "ben" olmaktan çıkıp ondaki "ben" e dönüşüyorum ona göre biriyim artık. Düşüncelerim acılarım zevklerim artık onun düşünüp bende görebileceği kadar var benliğimde. Çevredeki "onlar" sayısı ne kadar artarsa benlik o kadar farklı karaktere evrilir ve bu tamamen "kendi" 'den bağımsızdır. Anlamsız bakışlarını bir daha görmek istemediğim için şöyle açıklayacağım: Ben artık senin beni anladığın kadarım. Sen de benim için böylesin. Yazdığın söylediğin veya hissettiğin cümleler benim için anlamsız çünkü artık ben kendimde sadece bir anlamsızlık görüyorum. Bir başkasını istediğin zaman kendine aşık edebilirsin zayıf düşmüş yüzlerce genç kız var etrafta hepsinin inanabilecekleri bir tanrıya ihtiyaçları var sen onlar için bu olabilirsin ama artık anlamını kaybedip etrafta dolanan bir ruh sen ne kadar mükemmel ve haklı da olsan seni haksız ve işe yaramaz bulacaktır. Başka yapabileceği bir şeyi yoktur da ondan. Belki de eski halleriyle seninle karşılaşsalar dünyayı değiştirebileceğiniz  o insanlar şimdi senin en azılı düşmanlarından başka bir şey değillerdir.

       (-) Sinirlendim söylediklerinde haklı olmasına. O kadar uzun zamandır insanları haksız çıkartmaya çalışıyormuşum ki haklı birini görünce sanki bir savaşı kaybetmiş gibiydim. 

Okuduklarımı masanın üzerine bıraktım. Sırma soda şişeleri yeşil inciler şeklinde masayı donatırken kitaplarım aralarında kendilerine yer bulmaya çalışıyor. 5 saattir çalışıyorum. Telefonumdan Dream is Destiny şarkısı çalmaya başlayınca dinlenmeye karar verdim. Bu şarkının kendine has hüzünlü mutluluğu var. Şarkının dalgaları deniz kızlarıyla dolu bir koya götürür beni. Öyle hüzünlü mutluluktur ki bu, kayalarda her yerleri açık yatan deniz kızlarının aslında siren balıklarının zihnimde yarattığı bir imgelenem olduğunu bilirim yine de kapılırım o güzelliklere. Teker teker yanlarına giderim  sivri dişlerini bana gösterip bir lokmada yutarlar bedenimi. Odamı kendime tekrar somutladığımda kelimelerim odanın içinde yavaşça doğup ölüyorlar, bazıları namludan çıkma barutun izini bırakıyor gri duman her objenin üstünü kaplıyor perdeler bir şey anlatmak istermişçesine sallanıyor kapakları açık dolabım beni kucaklayıp yutmak istiyor sanırım Kar Kraliçesinin yeni kurbanlara ihtiyacı var. Dream a Little Dream of Me şarkısını açıp zihnimin içinde dans ediyorum. Zarif dokunuşlarla hayali bir kuşu kolumdan aşağı indiriyorum. Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyanıp kendimi yatağımda bir böcek olarak bulmaya ihtiyacım var sadece insan olarak geçirilebilecek bir yaşam değil bu. Gözlerim kısılıyor dudaklarim aralik isyan ediyorum. Şeyhim 14 milyar yıl ne çabuk geçti. Bütün bildiklerim kum tanelerinden bir kale yaratıp tek rüzgar darbesiyle dağılıyorlar. Sartre haklı miydi, Werther’in intiharı intikam miydi? Nietzsche kırbaçlanan ata sarılıp ağlamaya başladığında şizofren miydi yoksa artık üstüninsana ulaşmış mıydi? Neden her şeyden nefret ederken nefretimi her şeyin kendisine gösterme çabası içerisindeyim? Birkaç yüzyıl önce doğru kabul ettiğimiz bilgileri artık doğru kabul etmiyoruz. Bu cağın güzel bulduklarını başka çağlar güzel kabul etmeyecek. LİBERAL KAHKASI atmaya çalışıyorum ancak benimki daha çok kötü adam kahkahası gibi çıkıyor. Besim Tibuk’tan öğrenmek istediğim tek şey bu kahkahanın  doğru şekilde atılışı. Artık uyumam gerek. Son bir şarkı istiyorum kendimden. Some of These Days.

27 Şubat 2020 Perşembe

BENSEL


Yeryüzüne gönderilmiş bir fırtına kuşuyum. Ne kadar düzensizlik varsa hepsinin içinde kendimden bir parça bulurum  Yeşilin en zehirli tonuyum yürüyemediğin o yolların yorgunuyum. İkinci kez yıkanamadığın  nehirim kafamda kurmayı çok severim bu yüzden tanrının en büyük endişesiyim onu bir tek ben görebilirim. Yıldızların altında sevişen çiftin başı kesilecek olan elçisiyim. Bir doktorun iyi niyetli ameliyat neşteriyim eğer yardımım dokunacaksa seni de deşerim!  Beyazın içindeki siyahım. Bu dünyadaki en şerefli savaş atıyım kahramanımı cenge götürür sonra da ordan kaçarım! Yapılması gereken yanlışlarınım. Yanına kalan  hatalarınım  ben bir yaratık avcısıyım canavara dönüşerek seni yaratıklardan sakınırım. İçtiğin  yorgunluk kahvesinin telvesiyim beni tadamayacağın kadar sertim. Sert karakterimi ters çevirip yeterince yanımda beklersen sana geleceği gösteririm. Mutluluktan  kurtulmak isteyen bir yazarın intihar silahıyım kapının önüne oturan Cemal Süreya'yım sokaklarda kendinden kaçan adamın lambalardan yansıyan gölgesiyim eşini aldatan psikoloğun kendine koyduğu yalnızlık teşhisiyim. Hatalarından ders çıkarmayı öğrenmiş bir medeniyeti simgelerim lakin hiç hata yapmadığımı irdelemenizi isterim.



  Kurulu düzenin en sadist karşıtıyım eğer önüme çıkarsanız sizi de yanıma katarım ve hepinizi yatsıya kadar yakarım. En büyük kötülüklerimi en sevdiklerime yaparım benim kollarımda  meleğe dönüşmelerini izler bundan zevk duyarım. Cehennemin yedi kat altındayım yukarı çıkamayacak kadar pişmanım. Karanlığın lorduyum aydınlığına engel olurum bütün öfkemi kalbime soğururum  Şeytanın öldürmek istediği oğluyum öldürmek için sapladığı kara tüylerini bedenimden toplarım. İstediğim zaman seni etkileyebilirim aslında sadece seni değil hepinizi yenebilirim çok güzel sevişirim yataktan kalktıktan sonra bir anda değişirim.Perdeleri kırmızı Karaköy kerhanesindeyim duvarlarımın içinde buradan kurtulma umutları yok her gün yeni birinini gelip beni iliklerime kadar boşaltması tek istediğim. Etrafımda kırmızıyı göremeyince deliren bir boğayım. İstediğim her şey avuçlarımın içine dolsun isterim. Hepsini bir hışımla fırlatabilmek için onları ellerimde biriktiririm. Nemesis'in kılıcıyım adaletimi intikamla sağlarım. Gökten Ortadoğu'ya düşmüş bir barış bombasıyım  kanatlarımı açsam hepinizi kurtarırım. Aynada kendimi izlerken bugüne kadar yaptıklarıma şaşırmışım gibi bakarım.Önümde eğilen dağları geçerim, bir sihirbaz gibi eğer canımı sıkarsan "kendimi kaybederim."
 Kan nehirlerini aşarım azgın bir medcezir gibi taşarım. Dolunaya bakıp uzunca ulurum hiçbir şey umurumda olmadan uyurum. Detaylı soru sormayan büyüklerimin umuduyum...
Verilememiş sözlerin yeminiyim ayrılığın ertesiyim senin saçlarına düşme umuduyla aşağı atlayan bir yağmur tanesiyim. Aklıma geldiğinde zihnimdeki cümlelerin gittiği o boşluğum ve sonunda anlam kazandı bu yok oluşum... Bir anka kuşunun varisiyim, ölerek genç karısından kurtulma hayalleri kuran yaşlı bir zenginin(!) sürekli izlediği bahçesiyim beklentiyle gözlerine bakan bir dilek çeşmesiyim Aşkından dolayı ölümsüzlüğünden vazgeçmiş bir tanrının dünyaya gönderilmiş bedeniyim tüm sevilmemişlerin seveniyim...



Gururundan limana geri dönmeyen Titanic'in güvertesindeyim. Batacağımı bilsem de yolcuların içinde can yeleği kapmaya çalışan bir kepazeyim. 'Önce kadınlar ve çocuklar filikalara!' anonsundan sonra kenara oturup kadın ve çocuk olmadığıma üzülür haldeyim...

2 Şubat 2020 Pazar

İHTİMALLER ÜZERİNE

                                                        İHTİMALLER ÜZERİNE


Burçlara,tanrıya ve ruha inanan insanlar ile tamamen materyalist olup kendini ihtimal ve olasılıklar dünyasında gören yani tek gerçeğin pozitif bilimler ve matematik olduğunu herkesin istese de istemese de bilime yönelmesi gerektiğini söyleyen insanlar arasında çağlar boyu bir rekabeti olmuştur. Kimisi kadere inanır ve önceden yazılmış bir hayatı yaşadığımızı söyler; kimisi astrolojiye inanır ve yıldızsal hareketlerin açıların bizim hayatımız üzerinde olan etkilerinden bahseder. Bazıları yaşadığımız her şeyin tesadüf olduğunu savunur. Bu yazımda ihtimaller, olasılıklar ve tesadüfler üzerinde duracağım.




 Dünya oluşma süreci içerisinde iken ve üstünde henüz canlı yaşamı yokken Theia adında bir gezegen şu an dünya dediğimiz göksel taş parçasına çarptı. Theia adında bu gezegen neredeyse mars büyüklüğünde idi ve kütlesel yer çekimi sayesinde uzayda dolaşan meteorlar ve göktaşlarını da kendi üzerine çekti. Bu meteorlar ve göktaşlarında şuanki hayat için gerekli olan organik bileşikler vardı. Su, karbon  azot gibi hayat için gerekli mihenk taşlarını kendi içinde barındıran theia dünya ile çarpışınca bu hayat için gerekli mineralleride dünyamıza bırakmış oldu. Theia gezegeninin son kalıntısını yukarı bakınca görebilirsiniz biz insanlar buna ay diyoruz. Çarpışmadan milyonlarca yıl sonra dünyada yaşamın ilk tohumları filizlenmeye başladı.




 Theia gibi bir gezegenin bizim ki gibi güneşe uzaklığı elverişli olup evrendeki yaşama en elverişli gezegene çarpma ihtimali ve yaşamı oluşturma şansı nedir? BU ihtimal uzaktan bakılınca insanın gözüne inanılmaz olağan dışı bir ihtimalmiş gibi gözükür. Çoğu insan bunu kabul edemez ve anlam arayışlarında şöyle derler: bizden çok daha ulu bir güç buna neden oldu evrende böyle bir şey olması tanrıdan başka hiçbir şey ile açıklanmaz. Aslında bunu açıklamak için tanrı hipotezine ihtiyaç yoktur. Aklımızın almadığı her olayı tanrıya yormak bize atalarımızdan kalmış bir mirastır. İlk insanlar avlanır mağralarına döner ve bunu bir döngü halinde sürekli gerçekleştirirlerdi. Ancak sonraki dönemlerde yağmurlar yağmaya fırtınalar çıkmaya başladı gökten şimşekler yağıyor dünyanın her yerini kasıp kavuruyordu. İlk insanlar çevrelerine bakındılar ve şöyle dediler: bu şimşekleri bu ışıkları ben ve biz yapamayız bu yüzden bizden çok daha üstün bir varlık var ve bu doğal afetleri o bize kızdığı için yapıyor aslında amacı bizi cezalandırmak. Böylelikle binlerce yıldır devam eden tanrı fikrinin ilk tohumları ortaya atıldı. İnsanlar doğal afetlerden korunmak için bu ulu güce adaklar adadılar ibadet ettiler. Kuraklık olduğunda hepsi beraber dua etmeye başladılar ve tekrar yağmur yağdığında tanrının dualarını kabul ettiğini zannetiler. Ancak şimdilerde fark ediyoruz ki mevsimler değiştiği için yağmur yağdı artık bilimin geliştiği hiçbir yerde insanlar yağmur için tanrıya dua etmiyor. Tanrı hipotezi evrenin büyüklüğü karşısında insanın bir zaafı olarak kalıyor sadece. İnsan kendinden güçlü bir şeyi yenmeye değil ona tapmaya daha elverişlidir çünkü bu daha kolaydır.


 Tanrı olgusunu şimdilik bir kenara koyduğumuzu düşünüyorum. Peki bu sonsuz evrendeki ihtimallerle ilgili kast ettiğim nedir. Bu kadar mükemmel bir düzen tanrı olmadan nasıl olabilir.
Sonsuz evren kelimesini anlayabilmeniz için size şu açıklamayı yapmalıyım. Bir şeye neden sonsuz deriz? 1 milyon dolar paranız olduğunu düşünün bütün bu parayla ihtiyaçlarınızı satın alabilirsiniz bu sizin için değerli bir paradır. bunu 10 milyon dolar ile de yapabilirsiniz 100 milyon dolar ile de. Ama bir yerden sonra sıfırlar arttıkça paranızın çokluğu bir anlam ifade etmeyecektir. 10000000000000000000000000000000 dolar para artık sizin için çok fazladır ve bu kadar fazla olması bir  işe yaramayacaktır. bu sayıdan bir tane sıfır çıkartsak dahi bu para sizin için çok çok fazladır ve bu miktara alım gücü karşılığı olarak sonsuz sayıda para demek yanlış olmayacaktır. Evrenle ilgili yapılan bir benzetmede evrendeki tüm yıldızların sayısının dünyadaki bütün deniz ve kumsalların kum tanecikleri sayısıyla kıyaslanır. Bu da inanılmaz bir sayıdır ve bu sayıya sonsuz demek yanlış olmayacaktır. Elbetteki bir şeyin sonu vardır ama biz bunu göremiyoruz bu yüzden bizim için sonsuzdur. Sonsuz evrendeki ihtimallerimizin açıklmasına gelirsek: Yaşanabilecek her şey aslında bir ihtimaldir. Kusursuz gibi gözüken 00000000000000.1 gibi gözüken ihtimaller gerçekleşmiştir ve biz bugünlere kadar geldik. Çünkü eğer bizim ihtimalimiz olan 00000000000000.1'lik ihtimal gerçekleşmeseydi başka bir 00000000000.1'lik ihtimal vuku bulacaktı. Peki ya neden böyle olmalı? çünkü size evrenin sonsuzluğundan bahsettim bu evrende olabilecek her olay minicik ihtimallerle olacaktır zaten. insanın aklının almayacağı kadar küçük olasılıklarla. Aynı benim 150 milyon sperm arasından birinci gelmem gibi. 150 milyonda/1 ihtimal gerçekleşti ben olmasaydım 150 milyonda 1 olan ihtimali  Ahmet, Ayşe, Hasan, Hüseyin olacaktı ama ben oldum. bu benim imkansızı başarmamdı ve babam bu senaryoda en düşük ihtimalli beni seçtiği için ben onu tanrı ilan etmedim. Bu evrenin kanunu. Benim ihtimalim gerçekleşmeseydi başka spermin olasılığı gerçekleşirdi.




İnsanların olasılıklara karşı da bir zaafı vardır. Genelde iki şık arasında kalır ve bir tanesini seçeriz. Bu şıkkı seçtikten sonra bunun getirdikleri ile yaşamaya başlar ve bir yerden sonra bu düzene alışmaya başlarız. İşte tam burada insanın hayal dünyası ve gücü devreye girer. Acaba diğer ihtimali seçseydim daha mı mutlu olurdum çok daha fazla eğlenirdim belki gibi kuruntular ortaya çıkmaya başlar. Aslında bilseydik yaşadıklarımızın ne kadar küçük olasılıklar sonucu ortaya çıkan durumlar olduğunu yaşadığımız her andan keyif alır ve bağlanırdık bu yaşadığımız hayata ve hayatın getirdiği ihtimale.
Bu neye benziyor biliyor musunuz. şimdi iki senaryo düşünelim. Kendinizi iki kişi olarak hayal edin birinin adı x diğerinin adı y. x olan kişiliğiniz bir bilim adamı y kişilğiniz ise bir astronot. Y kişiliğinize dünyayı kurtarma adına bir görev veriliyor  uzaya çıkıp başka bir gezegen bulacak ve insanoğlu o bulduğu gezegende yaşamaya başlayacak böylelikle insan soyu devam etmiş olacak. X kişiliğiniz ise dünyada kalıp bilim araştırmalarına devam edip dünyayı kurtarmaya çalışacak. Eğer siz y kişiliğinizi seçip başka bir gezegen bulamayıp uzayın ortasında kalırsanız kafanızda bilim adamı olarak dünyada bulunmayı ve  dünyayı kurtarmaya çalışmak için uğraşmanın en iyi ihtimal olacağını varsayacaksınız. Bir bilim adamı olarak dünyada kalıp dünyayı kurtaramadıysanız size astronot kişiliğinizle uzayda gezegen arama fikri çok daha cazip gelecektir. Hayallerimiz kafamız içindeyken her zaman gerçekleşir ve bu yüzden de kurduğumuz hayallerin her zaman en iyi ihtimal olduğunu düşünürüz. Biz aslında bir olasılığın içinde hapsolmuş canlılarız. 1 saniye sonrasını göremeyiz her an her şey olabilir herkes her şeyi yapabilir. Ancak kimsenin hiçbir şey yapmaması da bir ihtimaldir ve büyük bir çoğunluk hiçbir şey yapmaz çünkü bu "kolaydır." Hiçbir şey yapmamak bir şey yapmaktan her zaman daha kolaydır. Bu yüzden de insanlar burçlara kahve fallarına astrolojiye ve tanrıya inanır. Çünkü eğer bunlar varsa kimsenin hiçbir şey yapmaması doğruymuş gibi gözükebilir. Tanrının var olabilme ihtimalini seçmek bize daha az korkutucu gelir çünkü bu içine hapsolduğumuz olasılık baloncuğunu delebilecek bir iğnenin var olması demektir onu da tanrı olarak görürüz.Tanrının olması insanın kafasında yarattığı bir ihtimaldir ve hep de öyle kalacaktır. Bu sonsuz evrende bir tanrının olması ihtimali de küçümsenemez ancak bu ihtimali kabul etmek insanı tembelliğe ve korkularına teslim olmaya ittiği için kabul edilmemelidir. Tanrı olsa bile bu ihtimal kabul görmemelidir.



Kısacası milyarlarca yıldır devam eden bir sürecin ortaya çıkarttığı bir yan üründür insanlık. insana benzediğimiz için kendimizi şanslı ve mükemmel sanıyoruz. Çok daha iyi ya da çok daha kötü varlıklar olabilirdik ama insan olduk. Kendimizi karşılaştırabileceğimiz başka tür göremediğimiz içinde tanrının bizi kutsadığını, hücrelerimizi ilmek ilmek işleyerek yaptığını ve her şeyi planladığını düşünüyoruz. Biz insan türü olduğumuz için kendimizi en üstün canlı olarak görüyoruz ve her şeyde bir düzen varmış ihtimaline inanıyoruz. Oysaki hiçbir zaman göremeyeceğiniz mikroskobik boyuttaki bir virüs sizi yataklara düşürüp öldürebilir. Yaratılmış en mükemmel canlının bu kadar kolay ölüyor ya da yataklara düşüyor olması normal mi ? Demek istediğim şu: hepimiz süper kahraman olabilirdik ancak insan olduk çünkü hücrelerimiz henüz bu kadar evrimleşebildi. Olduğumuzdan çok daha iyi olabilirdik veyahut kötü de olabilirdik ama biz insan olduk. Sadece bu ihtimal gerçekleşti. İnsanlık egosuna yenik düşüyor ve mükemmelmişiz gibi kendimizden  bahsediyoruz üstüne üstlük bunu tanrının bir lütfu olarak düşünüyoruz. Ne büyük yanılgı.




https://www.youtube.com/watch?v=n95hUZEAam0


https://www.youtube.com/watch?v=_pvZfUEXbs4

17 Eylül 2019 Salı

AZAP MELEĞİ

İblis gecenin karanlığına kusursuz şekilde uyan gölge bedeniyle, kalabalık ve tenhanın karıştığı sokak aralarında sessizce süzüldü. Gözleri karanlık köşelerde alevli bir ok ucu gibi parlıyordu ama bunu ancak en dikkatli bakışlar yakalayabilirdi. Doğuştan hermafrodit olan İblis av gecelerinde kadın kişiliğini kullanıyordu. Yakındaki bir caddede sarhoşlar, ve fahişeler dikilmiş muhabbet ediyorlardı. İblis'in karanlıklardan kendilerini gözlediğinin farkında bile değillerdi. Öte yandan İblis onları apaçık görüyor, tecrübeli ve sinsi bakışlarla tartıyordu.
  
 İblis'in bakışları kaldırıma  sırtüstü devrilmiş, elinden içki şişesi sallanan bir adama takıldı. Normalde, İblis bu haldeki birine tiksinerek bakar, gerek olmadığı sürece göz ucuyla bile bakmazdı. Ama günlerdir beslenmemişti; bir süreliğine bile olsa bu adamı  yemeyi düşünecek kadar bitap düşmüştü. O kadar kolay olurdu ki. Sokak lambalarının saçtığı ışıktan uzaktaki ara sokaklardan birine çekmesi yeterdi.
Alkoliğin yüzünden bir böcek geçtiğini görünce, bu fikirden vazgeçti. Adam, bir şey hissedemeyecek kadar kendinden geçmişti. İblis'i beğense bile hisleri belirsiz ve silik kalacak, kurbanlarını mahvetmeden önce görmeye bayıldığı o acı verici ifadeyi hissettiremeyecekti. Adam bir tanecik çığlık atsın diye onun bütün kolunu parçalaması bile gerekebilirdi.
Sorun da buydu zaten. İblis, yediği yüzlerce yemekle kendi damak tadını çok iyi öğrenmişti: avlarının her sızıyı, her ısırığı en ufak zerrelerine kadar tatmalarını tercih ediyor, buna ihtiyaç duyuyordu. Bu haldeki biri uyuşmuş olurdu; İblis'i tatmin etmezdi. Zaman harcamaya değmezdi.
Ayyaşı yattığı yerde bırakıp yağmurun toprakla birleştiği ıslak caddede ilerleyerek mumun yetersiz ışığıyla aydınlanan virane bir meyhanenin  yaşanmışlıkları belli eden parmak izleri ile bezenmiş kirli pencerelerinin önünden geçti. Kırmızı elbiseli oldukça güzel bir  bir kadın meyhanenin kapısını açıp sendeleye sendeleye geceye çıktı. Bir elinde, içkisini tutuyor diğer eliyle ise sigarasının külünü yere saçıyordu. İblis bir anlığına bu kadını kollarına nasıl çekebileceğini, sonra nasıl anlatılmaz acılar çektireceğini düşündü.
Berk kadının gülümsemesine ve mimiklerine baktı. Bakışlarındaki mutsuzluk ve keder hüzün vericiydi. Daha dikkatli bakınca kadının vücudundaki yara izlerini gördü.İçinin derinliklerinde, İblis'in çekeceği ziyafeti mahvedecek bir melankolisi vardı bu kadının.
İblis,acıyı kendi çektirmeyi seviyordu. En mutlu olanlar en çok çığlık atanlardı hayatın rehavetine kapılmış bedenler en çok onlar acıdan kaçmak ister, bir an önce ölüme teslim olma arzusuyla yanıp tutuşur bir an önce acıdan kurtulmak için tüm mutluluklarını feda ederlerdi. mutsuz olanlar ise bir beklenti içinde olmayan hissizlerdi ve gözlerin hayata son bakışındaki acıyı, merhamet beklentisinin gözlerde yarattığı  o ince sulanmanın zevkini izleme lütfunu İblis'e veremezlerdi.
 İblis şehrin gölgeleri arasında süzülerek yoluna devam etti. İki içkilinin daha üstünden,tartışmakta olan bir çiftin arasından geçti. Hiçbiri iştahını kabartmamıştı. Onlara acı vermek, solmuş bir gülü koparmak ve kendine saklamak  gibi olurdu.  Çoktan  ölmüşlerdi. Ölmüş bir gülü koklayarak zevk alamazdı. Toplayacağı çiçeklerin hayatlarının en güzel döneminde , dik ve taze olmasını yeğlerdi; en çok öyleleri acı çekiyordu.
Birden İblis'in aklında korkunç ve şüpheci bir düşünce belirdi. Belki de avlanmak için bu kenar mahalleyi seçerek hata etmişti. Belki de son avından kalan heyecanın son parçası şu an tükenecek, geride sadece hiçlik, yani duygularının olması gereken yeri dolduran o  boşluk kalacaktı.
Sonra... onu gördü.
Bu adam daha düzgün meyhanelerden birinden çıkarken etrafına büyüsel bir enerji saçıyordu. Giyimi gösterişsiz fakat beyaz motifleriyle süslenmiş ve gayet şıktı. Kolunun altına özenle sıkıştırdığı bir çiçekle sokakta yürürken kendi kendine dans eder incelikte ama bir o kadar da ağır adımlarla yürüyordu.
İblis'in sırtındaki iki uzantı heyecanla kımıldandı. İblis vücudunun bir parçası olan iki  kırbaca sahipti bu kırbaçlar  sırtındaydı. Bir insanın bacağını tek ısırışta koparabilecek kadar keskin dişleri ve aynı keskinlik ve sivrilikte tırnakları vardı.  ten rengi belirsizdi ancak rivayete göre avlanmadığı geceler soluk maviydi.
Bu adamın yaşamından son derece memnun olduğunu o uzaklıktan bile hissedebiliyordu. İzini kaybetmemek ve kendi varlığını fark ettirmemek için büyük özveri göstererek adamı takibe başladı.
Adam neredeyse bir saat yürüdükten sonra, ne çok büyük ne çok küçük bir konağa giden uzun bir yola döndü. Yolun sonunda, ağır kapıyı açıp evine girdi. İblis kırpmadığı gözlerini adamın evinin pencerelerine dikti. Pencereler, mumların parlak ışığıyla birer birer aydınlandı. Uzun boylu, ince, ağırbaşlı görünümlü gecelik giymiş bir kadın odaya girdi ve adamı bir kucaklamayla karşıladı. Getirdiği çiçeklere şaşırmış gibi yapıp yeni bir vazoya koyarak bir önceki çiçeklerin yanına yerleştirdi.
İblis'in ilgisi arttı.
Birkaç saniye sonra, ilk dişlerini çıkaracak yaşta iki küçük çocuk odaya girip adamın bacaklarına yapıştılar. Yüzlerindeki kocaman gülümsemelerde minicik dişleri pırıldıyordu. Gözleri önünde ideal bir “evdeki huzur” sahnesi oynanıyor olsa bile, İblis biraz daha derinlere dalarsa aradığı şeyi bulabileceğini biliyordu.
Mumlar sönüp, sadece oturma odasındaki mumun aydınlığı kalana kadar sükunet ile  bekledi. Adam yalnızdı, sigarasını içmek için bir oturma koltuğuna yerleşiyordu. İblis gölgelerden aydınlığa süzüldü. Kara, sivri uzantıları ete ve kemiğe dönüştü. Sırtındaki uzantılar kayboldu. Bedeni, kıvrak bir kadın bedeni şeklini aldı. Kıvrımları kimsenin gözünden kaçacak gibi değildi.
Kalçalarını hafif kıvırarak bahçeden pencereye doğru yürümeye başladı. Pencereye  yaklaşmıştı ki adam onu görür görmez koltuğundan dimdik ayaklanıverdi. Sigarası neredeyse ağzından düşecekti. İblis tek bir parmağıyla “gelsene” işareti yaparak adamı dışarı gelmeye çağırdı.
Adam kapıya gidip tereddütle ve merakla açtı. Penceresinin dünyaya açılan kısmında gezinen bu tuhaf kadını merakla süzüyordu. Bahçede yanına yaklaşırken hem çok gergin hem de büyük bir beklenti içindeydi.
“Se... Sen de kimsin?” diye sordu çekinerek.
İblis, “Ne olmamı istersen oyum,” dedi usulca.
İblis, bakışlarını adamın gözlerinin içine yönelttiğinde, tininin derinliklerini araştırdı ve tam aradığı şeyi buldu: En mutlu insanın içinde bile olan o mutsuzluk çatlağı.
İşte, diye düşündü. İstediği ama  hiçbir zaman elde edemeyeceği her şey.
Adam ailem diyecek oldu ama İblis cümlesini bile bitirtmedi.
İblis ona iyice sokuldu.
Kulağına Şşş, yok bir şey, diye fısıldadı nefesi adamın kulağının her noktasına nüfuz ediyor tüylerini diken diken yapıyordu. “Ne istediğini biliyorum, istediğin için suçluluk duyduğunu da. Boş ver gitsin.”
Geri çekildiğinde, adam prangalarından kurtulamayacak şekilde bağlanmıştı bile.
Kendi utanmazlığından utanarak ama karşısındaki kadını oracıkta, meyve ağaçlarının ve beyaz çitlerin hemen yanında çimenlerin üstünde öpmesinde ısrar eden tuhaf arzuyu da dizginleyemeyerek, Seninle... yapabilir miyim? diye sordu.
“Elbette, bebeğim. O yüzden geldim zaten,” dedi İblis.
Parmaklarının ucuyla adamın yüzüne dokunup yanağını okşadı. Adamın elini kendi bedenine dokundurup yumuşacık, davetkâr bir kahkaha salıverdi. Bu mutlu adam bu gece onun olacaktı. Çekebileceği bir dünya acı vardı, İblis de hepsini çektirecekti.
Arkalarından, evin açık kalan kapısından, terlikli ayakların tiz  adım sesleri geldi.
Adamın karısı, Bir şey mi oldu aşkım diye sordu.
İblis, dili tutulmuş adamın yerine “Her şey şahane olacak, güzelim,” diye cevapladı.
Durum çok daha hoş bir hale gelmiş, elde edilecek kazanç daha iştah kabartıcı olmuştu. Koparılacak bir yonca, onun koparılmasını izlerken açacak bir de "gül" vardı artık.


23 Temmuz 2019 Salı

Kürenin içi

Ne yapıyorum ben? Kan basıncım arttı, damarlarım belirginleşti ve vücudum sıcaklaştı.Bir insanın kendi ile yüzleşmesinin bu kadar zor olabileceğini düşünmezdim.

- Neden yazıyorsun bunları? Derdin insanları etkilemek mi,egonu mu tatmin ediyorsun bu kadar gerçekçi yazabildiğini düşünüp.Yıllarca sorguladın okudun düşündün benden kaçabilmek için ne var ne yoksa yaptın bir süre başarır gibi de olmuştun ama işte sonunda kavuştun ilk aynada öpüştüğün kişiye,ilk aşkına. İkimizinde elinde masmavi ve içinde bulut beyazı rengi olan bir küre vardı hatırlıyorsun değil mi? Küremizin renginin gül kırmızısına dönmesine ve parçalara ayrılmasına izin veremezsin!

 berk insanlarla ilk defa ormanın derinlerindeki bir gölün kıyısında karşılaştı. Hareketleri ona çok garip gelmişti ve berk insanlar hakkında daha fazla şey öğrenebilmek için çalıların ardından merakla onların hareketlerini izledi.En çok ilgisini çeken arkadaşlarıyla gülüp oynayan ama savruk ve seken adımlarıyla arkadaşlarından bir an önce kaçıp gölün sakinliğini izlemeye gitme edasında olan bir kızdı.Kız, arkadaşlarından ayrılıp göle gitmeye başladığında berk onu sessizce takip ediyordu.Kızın bir anda göle düşüşünü gördü ve hemen gölün yanına gitti.Kız göle düşüp boğulmaya başladığında berk kızınhayatının kaybolup gidişini hissetmişti.İçgüdüsel olarak kızın bedeninden ayrılan hayat özünü mavi beyaz küresinin içine çekmesiyle kızın hatıralarından belli anılar ele geçirmişti. İlk oyuncak ayısının vahşi köpekler tarafından paramparça edilişini babasının aldığı bisikleti ve sevdiği insanları.. kızın duygularını korku ve kederden neşeye çevirebildiğini fark etti ve ölürken onu güneşin sarı ışıklarıyla aydınlattığı bir çayırın hayali ile büyüledi.
Kızın yaşamını küresinin içine çekerken aldığı zevkten çılgına dönen berk kendini hiç olmadığı kadar canlı ve mutlu hissetti ve daha fazla insan bulma umuduyla dünyayı gezmeye başladı.Avlarıyla oynamaktan büyük keyif alıyor,hayat özlerini çalmadan önce duygularını allak bullak ediyordu.Onları güzel manzaralarla büyülüyor,derin özlem sanrılarıyla etkiliyor ve bazen zihinlerinden saf kederden harmanlanmış rüyalar oluşturuyordu.
Kendisine ait olmayan hatıralar onu adeta sarhoş ediyor,başkalarının hayatlarında büyük keyif buluyordu.
Özlerini içine çektiği insanların hatıraları onu doğa dışı bir küreli öz hırsızı hakkındaki hikayelere götürdüğünde çok şaşırtmıştı.Daha fazla hayat özünü içine çektikçe kurbanlarıyla daha fazla bağ kurmaya başlamıştı ve aldığı bunca can yüzünden kendini suçlu hissetmeye başlamıştı. Hakkındaki efsanelerin doğru olduğundan korkmaya başlamıştı. o, zalim bir canavardan başka bir şey değildi. ancak uzun süre beslenmediği zamanlarda gücünün söndüğünü hissediyor ve bunu yeniden yapmak zorunda kalıyordu.
Berk yalnızca küçük miktarda hayat özü çalarak kendisini kontrol etmeyi denedi.İçine çektiği bir ya da iki hatıra kurbanlarının da hayatta kalmasını sağlıyordu.Bir süreliğine bunu başarsa da bitmek bilmeyen açlığının verdiği acıya dayanamayarak kendini kaybetti ve bir sahil kentinin hatıralarıyla kendine ziyafet çekti.
yaptığı hata nedeniyle büyük acı duyan berk kendini asla affetmedi ve hissettiği keder varoluşunu sorgulamasına neden oldu.Ardından dizginleyemediği arzularını kontrol etme umuduyla kendini orman mağaralarına çekti ve dünyadan soyutlandı.Yıllar sonra tekrardan ortaya çıktığında hayatın her yönünü kendi gözlerinden denemeye kararlıydı.Her ne kadar ara sıra biraz hayat özüne ihtiyaç duysa da içinde ki öldürme dürtüsüne engel oldu elinde mavi ve beyaz küre dışında kendisi hakkında hiçbir şey bilinmeyen berk, kendisi gibi başka birilerini bulmak için yola koyuldu.Artık ödünç hatıralar ve bilinmedik rüyalara bel bağlamayacaktı...

Lacivert sis insanın içini kaplıyor eşeliyor, deşiyor hoyratlığı, çalakalem yapılmışçasına sancıları acılı bir gülümseme, gıdıklanma gibi. M...